14 Eylül 2017 Perşembe

Ruhani Alıştırma Olarak Felsefe’ye Örnek: Sokrates Gibi Savunmak


MURAT ALTINDERE

Rivayet odur ki; Sokrates hakkında idama hükmolunduktan sonra, eşi, Sokrates’e “Sen suçsuzsun, yok yere idam ediyorlar seni.” der. Sokrates ise “Suçlu olduğum için idam etselerdi daha mı iyiydi?” karşılığını verir. Hikayeye gerçek muamelesi yapılabilmesini sağlayan herhalde Sokrates’in baldıran zehrini neredeyse seve seve içmesidir. Onu ölüme hazır edenin ne olduğu, idam hükmünü nasıl olup da bu kadar kolay göğüslediği sorularına cevap ruhani bir alıştırma olan felsefenin ölüme hazırlanmak oluşudur. Bunu tanıtma niyetindeyim, zira kişisel gelişim kitaplarındansa antik metinlere başvurmak gibi bir olasılık var.
23. Dünya Felsefe Kongresi’nin teması Philosophy as Inquiry and Way of Life idi. Bunu İngilizce söylememin sebebi snopluğum değil cahilliğim zira inquiry kelimesinin tam olarak nasıl karşılanması gerektiğine karar verebilmiş değilim; kelimenin bir anlamı hakikat arayışı bağlamında sorgulamayı ifade ederken bir diğer anlamı ‘soruşturma’ya denk düşmektedir. Bu anlamda kelimenin birinci anlamıyla felsefeye ikinci anlamıyla hukuka göz kırptığını doğallıkla da hukuk felsefecisinin dikkatini çektiğini söyleyebiliriz. Felsefenin, sadece hakikatin öğrenilmesine yönelik kuru merakı tatmin eden bir etkinlik değil aynı zamanda kişiyi belirli bir yönde dönüştürmeyi hedefleyen ruhani bir alıştırma olduğu iddiası ise temanın ikinci kısmını ihtiva ediyor. Temanın iki yüzünü bir arada ifade etmeyi denersek herhalde şunu söyleyebiliriz: hakikate uygun yaşamanın yolu olarak felsefe.

Bana kalırsa bu, Platon’un düşünüşünün doğal bir sonucudur. Felsefeye Platon’un getirdiği tanım, entelektüel etkinliğin yanında belirli bir yaşayış biçimini de talep eder. Bugün biraz bunlardan bahsederek ruhani alıştırma olarak felsefe başlığına ilgi çekmeyi deneyeceğim.

Genelleyici bir ifadeyle bu temanın Platon’un düşüncesinde iki iz düşümü olduğunu ifade edebiliriz.

1.Söylediğinin/yaptığının hesabını vermek: Platon’un, felsefe tarihine gerekçelendirilmiş doğru kanı olarak geçmiş bilgi tanımının ardındaki mücadelesi.

2. Erdemli bir hayat sürmek: Diyalektik merhale sadece entelektüel bir yolculuk değil aynı zamanda ruhani bir alıştırmadır.

Bu bağlamda ben “Bir avukat neyi temsil eder?” sorusuna felsefenin Platon’ca verilen tanımına referansla cevap vermeyi deneyeceğim. Bundan iki beklentim var. Birisi Platon’u savunmak, ikincisi ise müvekkilini görünüşteki çıkarları kendi inandıkları arasında kalan avukata felsefeden öğüt devşirmek. Buradaki iddiamı da bir cümlede özetleyebilirim: Sokrates aslında kendini değil felsefeyi savunuyordu dolayısıyla da bir filozof olarak yaptığı savunma her ne kadar mahkeme kendisinin idamına hükmetmiş olsa da başarılı olmuştur zira o, yaşantısıyla uyuşan bir savunu yapmış ve bu yolla felsefeyi ölümsüz kılmıştır. Öyle ki öğrencisi Platon’un, öğretisini inşa ederken ki motivasyonlarından birinin bir kez daha bir filozofun toplumca öldürülmemesi olduğunu söylersek hata etmiş olmayız[2].

II

Sokrates’in savunmasından yıllar sonra, bugünlerde, Platon sanık sandalyesinde. İddiaya göre Platon, sadece ve tamamen akılla ele geçirilebilecek çileci idealler uğruna bireyi topluma kurban etmiştir. Birey, hayatına doğrudan ve olumlu bir etkisi olmayan ideallerle kandırılmıştır. Bana kalırsa böyle bir Platon okumasına yol açan, akıl saplantılı, filozof-kraldan çok kralcı modernlerle, batını zahir kılmakta acele edip şehvet lokmasıyla boğulan papaz kalabalığıdır. Uzun bir müddet insanlar filozof-kralın sözlerini onların ağzından dinledi ve böylelikle en iyi yasalar en kötü yöneticilerin elinde bir ölüm fermanına dönüştü: endülüjans[3]. Gelinen noktada anlam dünyamızı zombi ve vampir hikayeleri işgal etmektedir ve gün geçtikçe görünenin ardındaki dünyada rehberlik edecek bir bilgeye duyulan ihtiyaç artmaktadır. Bu ihtiyacı duyumsayanların arasında, anlam ve adalet krizinin ortasında can çekişen avukatların başı çektiğini söyleyebiliriz.

Savunma şayet felsefenin ve adaletin Platon’daki tanımına sadık kalabilirse hem yerini bilmek suretiyle kendisi adil olabilir hem de suçlamaların asılsızlığını ispatlayabilir.

Hekimliğin nişanı, tababetten elde ettiği maddi kazanç vb. bir şey değil insanları sağlığına kavuşturmaktır[4] . Bir kişi maddi kazanç getireni değil de hastayı sağlığına kavuşturan eylemi seçiyorsa ona hekim denir. Bunun gibi avukat da müvekkili ile toplumun veya insanlığın yahut başka bir değerin arasında seçim yapmak zorunda kaldığında kendisine “Bir avukat neyi temsil eder?” sorusunu sormalıdır. Antik Yunan’ın son bilgesi Platon, bunu öğütler.

Platon, Sokrates ile tanışmadan önce Herakleitosçu bir tedrisattan geçmiş, sonrasında her ne kadar Sokrates’in bir nevi katipliği olma misyonunu üstlense de bu tedrisattan tam olarak hiçbir zaman kopmamıştır. Platon’un eserlerinde ateşi ve Güneş’i takip ederseniz, ‘ateş’in başında oturan Herakleitos’u ve yanında tıpkı Symposion’daki davete katılmadan önce, hanenin girişine varmadan dalıp giden Sokrates’i, logosu dinlerken bulabilirsiniz. Her iki şahsiyette sadece avukata değil herkese yalnızca okuyarak değil aynı zamanda ruhani alıştırmalar da yapmak şartıyla ‘iyi’ bir yaşam sürme noktasında örnek olabilirler. Bunun örneğini Sokrates ve Platon arasındaki ilişkide görebiliriz. Sokrates usta, Platon çıraktır: philo-sophia bilgeliğe gönül vermektir ve bilgelik belli kurallara bağlı, eğitimi ve çıraklığı gerektiren yapabilme yetisidir[5]. Bu yeti ruhani alıştırma denen pratiklerle kazanılır. Çileciliğin köküne de burada rastlanabilir; ascetism (çilecilik) Yunanca askesis kelimesinden türemiştir ve söz konusu kelime, içi Hristiyan pratikleri ile boşaltılıp tekrar doldurulmadan evvel bir sanatın teorik bilginin yanında pratik terbiye ile birlikte öğrenilmesi gereğini ifade ederken kullanılırdı[6].

Bilgelik ancak ruhani alıştırmaların neticesinde edinilebilecek ve bu bağlamda bir öznede muhafaza edinilebilecek olduğu içindir ki hem en iyi rejimde hem de en iyi ikincisinde, yasaların yanında onları yorumlayacak, değişen koşullara uyarlayacak filozof-krala ihtiyaç vardır[7]. Aksi mümkün olsaydı Platon akademide filozof yetiştirmek yerine bir sefer için yasaları yazar ve bunları miras bırakırdı. Fakat o ruha tohumlar ekme yolunu seçmiştir[8]. Filozofun sözleri ruha ekilen tohumlardır ve biz o sözlerde Güneş’in izini sürebiliriz.

III

Platon, Güneş’ten Devlet diyalogunda İyi ideasını anlatacağı sırada bahseder. İyinin doğrudan anlatımı mümkün değildir ve o bir benzetmeye başvurur. İyi’yi anlatmak için seçtiği sembol, Güneş’tir. (Devlet’ten güneş atfı). Bir başka diyalogunda, bilme meselesinin tartışıldığı bir paragrafta, yine Güneş’ten bahseder ve ona doğrudan bakanların başına gelenlerden sakınmak adına teoriyi kendine sığınak edindiğini ifade eder[9]. Yani sadece duyumsayarak değil aynı zamanda akıl ederek de varlıkla temasa geçiyor. Akıl etmekten kast edilen burada sıradan bir düşünüş değil sistemli bir akıl yürütme elbette. Bu akıl yürütme, Platon hiç bir zaman böyle bir tamlama kullanmamasına rağmen bugün idealar kuramı olarak biliniyor. Nitekim diyebiliriz ki idealar kuramı açıklama sunabilmek adına kullanılan bir nevi güneş gözlüğü işlevi görüyor. İdea varsayımı açıklama yapabilmek için işe yarasa da bir aşama da başka bir varsayımla desteklenmek zorunda kalıyor: Ruhun ölümsüzlüğü.
MURAT ALTINDERE

Nasıl oluyor da bilebiliyoruz? Duyularımız sayesinde nesnelerle doğrudan temasa geçeriz fakat anlam ile ilk bakışta böyle bir temasımız yoktur. Anlamın dışarıda, gözlemlenebilir olanda, bir karşılığı yok gibi görünür. Platon’a göre insan bu mesafeyi anımsayarak aşar[10]. Anımsama zira bilme kapasitesi sonradan edinilmiş bir şey değildir. Platon’a göre bu deha ateşi[11] insanlara tanrıların bir hediyesidir, diğer bir ifadeyle insanın bu kapasiteye sahip bir varlıktır ve eğitim körü görür kılmak değil bakışları doğru yöne çevirme sanatıdır[12]. Başka bir açıdan ifade edecek olursak insan tamamıyla bilmiyor değildir. Tıpkı duyumsananların var ile yok arasında olması gibi[13] insan da Güneş’ten pay almıştır yani ateşe sahiptir lakin Güneş’in kendisi değildir. O ateş sayesinde Güneş’i bilebilmektedir. İnsanın bu ontolojik pozisyonu aşk ile açıklanır. Platon’a göre Eros bolluğun ve yoksulluğun çocuğudur, bilgelik ve cahillik arasındadır, ömrü boyunca felsefe yapan usta bir büyücüdür; öyle ya bilen neden felsefe yapsın, aynı şekilde bilmeyen şayet hiç bilmiyorsa yani bilmediğini dahi bilemeyecek kadar cahilse kendinde eksik olanı nasıl arasın[14]? Arada olan, önce bir şeyi güzel bulur sonra aynı güzelliği başka şeylerde deneyimler en nihayetinde güzelin kendisini bulur[15]. Ruh, nam-ı diğer ateş, bu aşamalardan geçerek çokluktan Bir’e yol alır[16]. Ne var ki bu ne bir matematik problemi çözer gibi tek seferde ya da bir formülü takip ederek olur ne de sıradan entelektüel bir etkinliktir. Platon’un nerdeyse mistik bir deneyim olarak tarif ettiği bu durum uzun yıllar boyu yapılan ruhani alıştırmaların neticesidir[17].

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder